Başka bir konuya hazırlamıştım kendimi. Fakat az önce bir blogda okuduğum yazı, aklımda olan bütün cümlelerin cümlesini devirdi attı. Mızıka. Evet, doğru duydunuz mızıka dedim. Çoğunuz bilirsiniz bu üflemeli aleti. Bir çoğunuz için, sıradan gelecektir kuşkusuz. Birçok şeyin, bana sıradan geldiği gibi...
Bir dakika! Gözlerimi silmeliyim önce, harfleri göremiyorum. Evet, devam edebilirim şimdi. Nerde kalmıştım diye sormayacağım. Bu öyle sıradan bir konu değil. Nerde kaldığımı, nerde kalamadığımı hep hatırlarım ben zaten. Bu yüzden de sorduğum çok nadirdir. Babalar, kızlarına genelde ya bebek alırlar ya da kız çocuğunun oynayabileceği oyuncak neyse ondan işte. Babam bana ya topaç alırdı, ya top. Bizim zamanımızda, şimdi ki gibi öyle çok çeşit de yoktu...
Bir gün elinde bir kutuyla geldi. Öyle janjanlı, cicili bicili bir kutu değildi. Bu yüzden de çok heyecanlanmamıştım. Burda parantez açmak istiyorum. (Vitrin ne kadar önemli, öyle değil mi? Ne kadar büyürsek büyüyelim, gösterişli paketlerde ki hediyelere takılır gözümüz hala.) Neyse, babam "senin bu. Aç bakalım beğenecek misin dedi?" Mızıka! Çok beğenmiştim hem de. Hemen üflemeye başladım. Annem söylenmeye başladı babama; "kafamı şişirecek bütün gün. Alacak başka şey mi yoktu" diye. "Şişirmez benim kızım" dedi babam. Parmak kızım diye severdi beni, ufak tefek olduğum için. O ufak tefekliğim, bugün bana avantaj sağlıyor; yaş konusunda. Gülümsediğimi söylememe gerek yok burda...
Ağzımdan hiç düşürmüyordum mızıkamı. Ağzımdan düşse, dilimden düşmüyordu. Duymayan arkadaşım kalmamıştı mızıkam olduğunu. Bir gün elimden düşürdüm! İki dişi kırıldı. Sanki kırılan benim dişimdi. Babama hiç söylemedim düşürdüğümü. Yanımdan hiç ayırmazdım, okulda bile. Bizim zamanımızda sokağa çıkmak vardı. Sokaktan içeri girmezdik nerdeyse, okul haricinde. Şimdi çocuklar, park bulabilirse ne ala. Konserve kutusu gibi sıkışmış binaların arasında, kafese kapatılmış kuşlar gibi hepsi. Benden büyük erkek çocuklarla (abi derdik biz) futbol oynamayı çok severdim. Öyle zamanlar da bile cebimde taşırdım mızıkamı. O günlerden birinde olmuştu, ikinci düşürüşüm de. Bir dişi daha kırılmıştı! Ben de kırılıyordum farkında olmadan ama şimdiki kırılmalar gibi değil. Bugün hala nerde top oynayan çocuklar görsem, aralarına dalıyorum yaşıma başıma aldırmadan. Yaşımı başımda taşımadım ki hiç bir zaman zaten. Yaş, yüreğimde...
Hayata baktığımda iki şey var; geçmiş & geçmemiş...
Bir dakika! Gözlerimi silmeliyim önce, harfleri göremiyorum. Evet, devam edebilirim şimdi. Nerde kalmıştım diye sormayacağım. Bu öyle sıradan bir konu değil. Nerde kaldığımı, nerde kalamadığımı hep hatırlarım ben zaten. Bu yüzden de sorduğum çok nadirdir. Babalar, kızlarına genelde ya bebek alırlar ya da kız çocuğunun oynayabileceği oyuncak neyse ondan işte. Babam bana ya topaç alırdı, ya top. Bizim zamanımızda, şimdi ki gibi öyle çok çeşit de yoktu...
Bir gün elinde bir kutuyla geldi. Öyle janjanlı, cicili bicili bir kutu değildi. Bu yüzden de çok heyecanlanmamıştım. Burda parantez açmak istiyorum. (Vitrin ne kadar önemli, öyle değil mi? Ne kadar büyürsek büyüyelim, gösterişli paketlerde ki hediyelere takılır gözümüz hala.) Neyse, babam "senin bu. Aç bakalım beğenecek misin dedi?" Mızıka! Çok beğenmiştim hem de. Hemen üflemeye başladım. Annem söylenmeye başladı babama; "kafamı şişirecek bütün gün. Alacak başka şey mi yoktu" diye. "Şişirmez benim kızım" dedi babam. Parmak kızım diye severdi beni, ufak tefek olduğum için. O ufak tefekliğim, bugün bana avantaj sağlıyor; yaş konusunda. Gülümsediğimi söylememe gerek yok burda...
Ağzımdan hiç düşürmüyordum mızıkamı. Ağzımdan düşse, dilimden düşmüyordu. Duymayan arkadaşım kalmamıştı mızıkam olduğunu. Bir gün elimden düşürdüm! İki dişi kırıldı. Sanki kırılan benim dişimdi. Babama hiç söylemedim düşürdüğümü. Yanımdan hiç ayırmazdım, okulda bile. Bizim zamanımızda sokağa çıkmak vardı. Sokaktan içeri girmezdik nerdeyse, okul haricinde. Şimdi çocuklar, park bulabilirse ne ala. Konserve kutusu gibi sıkışmış binaların arasında, kafese kapatılmış kuşlar gibi hepsi. Benden büyük erkek çocuklarla (abi derdik biz) futbol oynamayı çok severdim. Öyle zamanlar da bile cebimde taşırdım mızıkamı. O günlerden birinde olmuştu, ikinci düşürüşüm de. Bir dişi daha kırılmıştı! Ben de kırılıyordum farkında olmadan ama şimdiki kırılmalar gibi değil. Bugün hala nerde top oynayan çocuklar görsem, aralarına dalıyorum yaşıma başıma aldırmadan. Yaşımı başımda taşımadım ki hiç bir zaman zaten. Yaş, yüreğimde...
Hayata baktığımda iki şey var; geçmiş & geçmemiş...
4 yorum:
Rastlantıya bakın:)
aynı mızıkadan (dış aksesuarı yeşil)
ben de kendime almıştım oyuncak olarak; ilk maaşa bağlandığımda.
Sonra evlendim, bir yıl sonra, benden önce evlenmiş ve 4 yaşında oğlu olan bir arkadaşım aile zyeretime geldiğinde, oğlunun adı T. olmasına rağmen, O'nu "Cüneyt" olarak severdi. Yani şu cüneyt arkın. "Hadi bir karate yap oğlum" gibi sözklerle bize gösteri yapmasını isterdi. Yaramazdı, nereden eline geçtiyse, o mızıkayı bulmuş, koltuğun ağacına trampet sopası gibi vurarak parçaladı dış kabını. Geriye kalanını zor kurtardım.
Sizin duyduklarınızı benzerini yaşadım!
İlk işim, klasik gitarı saklamak oldu. Sevgilimi ilk "tavlama" araçlarımdan en önemlisi olan gitarıma zarar vermiş olsaydı, nasıl tepki göstereceğimi kestiremezdim!
Anlıyorum sizi.
Paha biçilmez hediyelerimiz onlar bizim. İlk maaşınızı aldığınız güne hangi mucize döndürebilir mesela sizi? Beni ....? Elimizde kalan bu değerlerden başkası götüremez! Anlaşılmak güzel bir duygu...
guzel bir yazi olmus. ve bir o kadar da anlami derin.
Anlamı (benim için) derin sahiden de, bu duyguyu karşıya aktarabildiysem ne mutlu bana. Güzel yazı olmuş kısmı için de ayrıca teşekkür ederim...
Yorum Gönder