Şarkı Farkı


Gün, batmak için usulca son hazırlıklarını yaparken... Gökyüzü son bir kez ayakkabılarını eline almış bir kadın edasıyla; denizle oynaşır gibi yürür kıyıda... Dalgaya vura vura susar içindeki şarkıyı. Deniz, geriye çekilip köpüre köpüre gelirken, duyduğu bu şarkı; dalgasını geçmesine mani olur. Çünkü o da, geceleri hep bu şarkıyı mırıldanır. Bir sandala yaslanıp; göğsüne düşen yakamozları okşaya okşaya...  Saçına uzanmak için biraz daha yükselir ama eteklerine dokunabilir sadece... Tekrar yükselir ve o şarkıyla yüzüne çarpar! Sendeler, Sırılsıklam olur göğün yüzü...



"Üşüyorsun" der...
"Evet" diye fısıldar gibi cevap verir.. " Deniz, öyle bir bakar ki  gözlerine; ta içine akar adeta. irkilir! Gürlemek ister ama o içini kaplayan güven, o sıcaklık.. O, o adını bilemediği garip hazdan susar kalır. Elleri tutuşur önce.. Sonra, bütün duyguları yaylım ateşine tutar ikisini de...



Konuşamazlar, dilleri dolaşır tam söyleyecekken...Daha da büyür deniz. Bu heybet korkutur, bulutlanır. "Korkma! Eğer korkacaksan, denizsiz kalmaktan kork" der. Bir yıldızı parlatıp, denizin gözlerine sürer. "Bu, yüzümün bir parçası, sakın sönmesin!" der sürerken. "Yüzün, yüzüme rengini verdiği sürece; "yüküm değil, hüküm olursun ancak" diye karşılık verir deniz ve çekip alır kucaklayarak... Ve sürmeye başlar hükmünü, göğün göğsünde... Gök hayrete düştükçe, deniz daha da hoyratlaşır sarılırken...


"Hem kimse bilmesin, hem de herkes duysun. Yarı dalgalı olmamalı deniz, ya durulmalı ya kudurmalı" diye bağırır denize...
Deniz, nidayı duydukça köpürür, kudurur... Kayalara vurmaya başlar! Her vuruşta, yalıyar oluşur... 

Aynı küreklere asılamasalar da, her gece aynı şarkıyı söylemeye devam edecekler;  o sandala yaslanıp...

Muhakeme Salonu


Hayatınız kendi halinde seyr ederken, birden bire yolunuza biri çıkar. Ne yol verir ne de yol alır, öylece durur. Korkuyla karışık şaşkınlıkla, yol vermesini beklersiniz ama vermez. Kendi de gitmez...




O durgunlukta, ne kadar yorgun olduğunuzu fark edersiniz. "Ellerim, ayaklarım, gözlerim ne kadar da yorgunmuş meğer" diye düşünürsünüz. Hatta gülümsemeniz bile...

Tanık mı, sanık mı olduğunuzu bilemediğiniz, bir muhakeme salonunda bulursunuz kendinizi. Bir kalem tutuşturulur elinize, o an siz tutuşursunuz! Bir kalemde yazacak ya da sileceksiniz. Kim bilir belki kıracaksınız! Her şeyin siz olduğu bir muhakemede güçlü ve adil olmak ne zor şey...



Nerden çıktı şimdi bu adam/kadın! "Niye gelip tam da benim karşımda durdu?" diye soracak olursunuz. "Yürünmez hep öyle, bazen susulur" der daha siz sormadan. Bir cevap anahtarı gibi açmaya başlar kalbinizin kilidini. Cevapların değil, soruların yanlış olduğunu öğretir size. İçinize dokunur! Yeniden dokunmaya başlarsınız hayata ya da hayat size dokunmaya başlamıştır...

Bir yanda, dokumacı kuşların kanat çırpışını yaşarken, diğer yanda, butimar kuşunun kanât çırpınışını öğretir size "hayat"ım dediğiniz... 

Susuyorum......

Parmak İzi


Bundan, 3 ya da 5 ay önce bir şarkıya rastlamıştım. O zaman dinlediğimde "bir gün, bu şarkının da hikayesini yazacağım" demiştim. O gün, bu günmüş. Her şarkı, hikayesiyle yazılıyor biliyoruz. Bazı hikayeler de şarkılarını yazıyor. Şarkısını yazacak hikayem olmadı ama hikayesini yazdığım şarkı çok oldu. Önceki yazılarımı okuyanlar bilirler...


Ayrı şehirlerde, aynı gecelerin uykusuz saatlerini birbirinden habersiz yaşayan bu adam ve bu kadın, kendilerine dayatılan her dünyayı dışlamış, sunulanı beğenmedikleri takdirde takdir etmemiş, takdire şâyan bulduklarını da baş tacı etmiş... 
Bu iki maceraperest, sırtladıkları çantalarında bir tutam düş ve mataralarında, acılarını madara edecek bir nebze gülüşle, hayata olan kazıklarının tadını ala ala vermektedirler günün hakkını... 
Hayallerinin tozunu arttırmak yerine, tozunu attıran, bu iki maceracı.  Düşlerine cephane taşıdıkları bir vakitte dokunmuşlardır yaşamlarına. Anlamlara yüklene yüklene cümleler, dünyalar kurmuşlardır.  Meçhul olmayan faildir ikisi de. Çünkü birbirlerinde parmak izi bırakmışlardır... 
Adam, kadının gözlerine imbat ruzgarıyla seslenir her akşam. Ve her akşam, kadın bu sese  konar. Kuşku duymadan, korkmadan, ürkmeden. Bazı an gözlerinden geçtiği bulut,  bazı an da off çekerek yıkıp dağladığı bu kadın, yakarak geçer vakitli vakitsiz, düşlerinin  sokağından...
Sonu olmayan bir hikayeye başladıklarını bilirler. Bu, ayrıca başka bir haz verir ikisine de. Çünkü hayatı, sürpriz gibi yaşamayı severler... Düşünsenize, sonunu bildiğiniz bir kitabı kaç kez okursunuz en fazla ya da filmi kaç kez seyredersiniz, o hayecanı duyabilir misiniz? Bu hikaye, o yüzden büyük bir keyif verir ikisine de. Her sabah, gözlerini yeni bir heyecanla açıp "bu gün neler yaşayacağım acaba?" dedikleri bir hayatın izini sürmeye başlarlar...
Bir şarkı ya da şiiri dolarlar çoğu zaman parmaklarına. Her mısra, yaralı bir kuş gibi girer göğüs kafeslerinden içeri.  'Us'ulca kanarlar, ağlamazlar hiç. Çünkü ağlarlarsa, öleceklerdir. Cânı, gönülden verenler bilirler...
Kâh savaşan kâh sevişen sözcüklerle savuşturdukları yalnızlıkları, gün battıkça batmaya başlar ikisine de. Gece bastırdıkça, sıvışamayacaklarını anladıkları bu özlem, bir kibritte daha da alevlenip, duman eder ikisini!...
Hiç tanımadan, ne garip...


Sonra mı? Bilmiyorum ki...


Seslenin


İnsanın boğazına takılıp söyleyemediği şeyler nasıldır bilirsiniz. Ne kadar su içerseniz için inmez boğazınızdan aşağı. İlk kez paldır küldür giriyorum böyle konuya. Ben de anlamadım ki, geceye uzanmış yıldızları seyrederken, baktım parmaklarım tuşlarda gezinmeye başlamış...
Neyse ki, yetiştim. Kafamdan geçenleri anlatmalarına ses çıkarmıyorum da, bazen başımdan geçenleri yazıyorlar. Ha, başımdan geçenler "tu kaka" şeyler mi, tabii ki de hayır ama hep derim ya "yaşadıklarımı kâle alırım kaleme almam" diye...
Sizlere bir çok şeyler zırvalıyorum aşk hakkında, hayat hakkında. Hatta haddimi aşıp ahkam kestiğim de oluyor. Sizler de olgunluk gösterip gülüp geçiyorsunuz. Yine aşka geldim yazarken. Ben buyum işte, yazarken yaşıyorum. "Ben buyum" dediğim zaman, bana kızanlarınız olabilir. Ki, ben birisisini biliyorum...
Keyfinize paha biçebildiğiniz anlar oldu mu hiç sizin? Ya da hiç düşündünüz mü "şu keyfime paha biçecek olsaydım, ederi ne olurdu acaba?" diye. Daha önce ben de düşünmemiştim. Düşündüğümde de, paha biçemedim inanın. Deneyin siz de biçemeyeceksiniz. Ama pahalıya geliyor onu söyleyeyim. Nasıl mı? Mesela,  şu anda uykuda olmak varken, bu keyfin bedelini ödemeye çalışıyorum. "Çalışıyorum" dedim doğru duydunuz. Ne yalan söyleyeyim, yıllardır böyle keyif aldığım olmamıştı hayattan... 
İlk paragrafa bakıyorum da, söyleyeceklerim başkaymış. Ne kadar şapşalca bir durum! Yo, şapşallık kötü bir şey değilmiş. Ben de yanlış biliyormuşum ama neden biliyor musunuz, sözcüklerden ziyade ses çok mühim de ondan. Mevlana; “Sesini değil, sözünü yükselt! Yağmurlardır yaprakları büyüten, gök gürültüleri değil “ der ya, bu sözün anlamı çok büyüktür. Haşa! buna itiraz olamaz. Lakin, benim söylemek istediğim çok başka bir şey...
Hani, bir tonu vardır o sesin. Duyduğunuzda, can alırsınız. Ve can verirsiniz ama karşınızdakine. Bildiğiniz can çekişmesidir bu! O sesi, o canı çeker canınız. Cana çekilirsiniz... Hatırlasanıza "seni seviyorum" diyenlerinizi, bu  çok anlamlı kelimeyi hangi tonda söylemişlerdi? İşte o ses, size öyle  bir "geber!" der ki,  "yaşa!"dır... 
Saat gecenin 03ü olmuş, ben can derdindeyim.  Tamam tamam biliyorum, şapşalın biriyim...
Ha, "şapşal"ın ne anlama geldiğini özellikle  açıklamadım. Bunu birinden duyduğunuz da, o sesten öğrenmenin keyfine paha biçemeyin diye. O biriyle, öbürünü karıştırmayın ama!...

Bu Son Dur

Bir ülke düşünün, sonra bu ülkede kral düşünün ama iki tane kral... Biri kadın diğeri erkek ama ikisi de kral... Daha başından kafanız karıştı farkındayım. Durun anlatacağım...

Erkek, denizlerin hakimi. Kadın ise, gökyüzünün... Bu iki hakim, bir ülkeye aynı anda hakim olurlar. Fakat birbirlerine baskın çıkmak gibi bir ahmaklığa düşmeyecek kadar zeki ikisi de. Çünkü birinin yarattığı her afet, diğerinin felaketi olacağını bilirler…

Bir ülke yaratmışlardır kendilerine, herkesten farklı dünyaları olan.  Hırçındır deniz ama o kadar sakin durur ki gökyüzünün karşısında, kıyıdan bakan anlayamaz. Bilir gökyüzü, anlar. Anlar ama bilmezden gelir.  Önce hangisi uyanırsa, o uyandırır diğerini. Genelde deniz uyanır hep ve martı uçurur. Martı kanadını duyar duymaz, denize damlar hemen gökyüzü...

Deniz "benim krallığım seninkinden daha kıymetli. Çünkü sen varsın" der. Bu söz, hem gururlandırır hem de kıskandırır gökyüzünü. Ay ve güneşe, dönemli değişimler yaratıp , dik acılar vererek  gel-gitler yaşatmaya çalışır... Oysa ne korsanlar görmüştür o deniz, ne kentler batırmıştır zamanında. Gülerek karşılar hep... Ve uyarır bir gün, "yüzüne, yabancı cisimlerin gölgesi düşüyor ve bu senin krallığında yaşanıyor!" diye... Denizin kolaylıkla söylediği bu söz, zoruna gider gökyüzünün. Ne gariptir ki, hoşuna da gider diğer taraftan.  Satır arasına saklanan, alt metni okumuştur çünkü...

Uyumaz o gece, gün ağarıncaya kadar denizi seyreder… Ve "ne böyle senle ne de sensiz" diyerek, gümbür gümbür bir sessizlikle kapatır kendini... O anda, dünya yörüngeden çıkar! Ay, güneşe tutulmaya, yıldızlar kaymaya, bulutlar, sağa sola kaçışırken birbirlerine çarpmaya başlar!...

Deniz! eminim hiç böyle görmemişsinizdir. O sakin deniz, bir anda dev bir dalgaya dönüşüp kıyıya doğru daha da büyüyerek yaklaşır. Kararlıdır! Ya yok olacaklardır ya da olacaklardır. Çünkü bütün dünyası, her gece sularında oynaşan yıldızlar, her sabah maviliğinde seyr eden güneşidir...

Bir küçük kavuniçi balığa "son uç bu olmamalı" der köpürerek. Çırpınmaya başlar küçük kavuniçi balık “değil zaten bu son, dur!" der...



7niz mi

Ben hep aradaki 7 farkı değil ortak noktayı bulmaktan yanaydım. Lakin, buradaki farkın farkı çok farklı. Bu fark 7ye sığar mı bilmem. Elimden geleni yapacağım sığdırmak için...

Biri giderse kalanda neler olur? Herkeste aynı şey mi olur bilmem. "Mevlana'nın dediği gibi; "ne bileyim ben, ben kendimi bilirim." Hah işte ben de kendimi bilirim. Ben farz ediyorum, siz farzedin...


1 Şair demiş ya; "sen gidiyorsun ya, şimdi herkes sana benzeyecek" diye. Yok efendim, kimse O na benzemez. Çünkü tınıları da başkadır "tanı"ları da. O yüzden, kimse bana O nu hatırlatmaz, ertesi gün unuturum…

2 Tahdite de tehdite de alışkın olmayan asi "ben"liğim ters kodlamaya dönüşüp İsa gibi sol yanağını uzatır hale dönüşmeye başlamışken, o bir çift gözün üzerimden kalktığını düşünerek hemen eski bana dönüşürüm…

3 Yıllardır, kimseyi ağırlamadım ve uğurlamadım. Unuttuğum bu eski duyguyu hatırlamama sebep olan adam, gidişiyle beni ancak yeniler...

4 Hani, arkadaş eş dost toplantısında kahkahalarla gülerken, birden bire bir sözü gelir aklına! O anda, dudaklarında donar kalır o her neyse. Gülümsemen boğazına takılır ve belli etmemek için daha çok gülmeye çalışırsın ya için acıya acıya. Lanet okursun ya. Benim aklıma bile gelmez…

5 İnsanoğlu her şeye çabuk alışıyor. Alıştığı o her neyse kaybettiği ya da görmediği zaman önce sendeler. Çünkü adımlarını, geriye doğru atıyordur. Ayağım bile takılmaz, yürür giderim…

6 tından kalkması zor bir mesele ama altında kalmam…

7 niz mi!?

Deli misiniz kahrolurum! Her söz her şey anlamsız gelir. Uyanmak istemem sabahları... Kahveye "bile" küserim! Günlerce zırlarım, herkeste onu ararım. Bana O nun gibi kükresin, O nun gibi kızdırsın, O nun gibi, O nun gibi, O nun gibi... Kimse olamaz ki!...

Bir de aradaki 7 ortak noktaya bakmaya ne dersiniz? Mesela…

1 inci göğüslenen ipin galibiyetini yaşarken, mağlup olanın üzüntüsü saklar gözlerinde…

2 kinci değildir ama unutmaz!...

3 buçuk bilmez…

4 dörtlük kavramına inanmaz…

5 er şaşar. Bilir…

6 üstünden daha iyi olabilir düşüncesiyle, alt üst edebilir…

7 rir…



































bÖlüm Sonu

Hikaye bu ya;
bir gün, bir kadınla bir adamın yolu bir istasyonda kesişir. Her ikisi de, kısa bir gezinti yapmak için çıktıkları dünyalarından, nasıl olur da kendilerini burada bulurlar anlayamazlar…
Kadın, daha öncede çıkmıştır oysa… Ve gün batmadan da dönmüştür. Çünkü nedeni, bedeninden hep ağır basmıştır. Ve bu ağırlığı taşıyabilecek gücü olan “adam” la hiç karşılaşmamıştır. Beklediği ya da aradığı biri de olmamıştır ki zaten. Tam tersine istememiştir  üstelik. Elinin tersinin yetmediği durumlarda, yüreğinin tersiyle bertaraf etmiştir yoluna çıkanları taşır mı taşımaz mı diye tartmadan…

Ya şimdi! Dönmek istediğinde, ayakları, geri geri gidiyor, aklı “geri dön” uyarısı yaptıkça, yüreği öyle bir çarpıyor ki… Akla zarar!
Adam da çıkmıştır daha önce ve o da aynı gün, gün batmadan ay çıkmadan dönmüştür. Çünkü cep hanedeki kadın değil, cephanedeki kadındır adamın düşlediği. Gel-gitleri yoktur, dağları denize paraleldir gönül coğrafyasında. Ta ki, “basmayın!” ta”bela”sını görünceye kadar…
Nasıl geldiklerini bilmedikleri istasyondadırlar işte…
Herkes, içinde çıktıkları yolculukları kah şarkılara, kah türkülere yükleyip söylene söylene dolaşmaktadır bu istasyonda. Ta ki, onlar gelinceye kadar... Onca insanın arasında birbirlerini fark etmelerinin farkına çabuk varırlar. Çünkü her göz attıkları yerde, birbirlerine ait sözler karşılar onları. Göz göze gelirsek, göz, göze gelir korkusundan mıdır nedendir, bakmazlar birbirlerinin gözlerine hiç...
Bu iki tanıdık yabancı, bu iki “dediğim dedik” diyen iki inatçı, “dediğim, dediğin olacak” mücadelesi sürdürmeye başlarlar…
İki rakip takımın oyuncuları gibidirler. Lakin, yenildiklerinde mutlu olan garip bir duygu hakim olmuştur birbirlerine karşı. Bilerek pas verip sonrada pes ettirmek için oynamadıkları kelime kalmaz dağarcıklarında... Ve hep, berabere ve gülerek terk ederler sahayı...
Adamın eyvallah yerine evvel Allah tavrına aşık olmuştur kadın, fakat aşkını “senden nefret ediyorum” diyerek püskürtüyordur lav gibi.  “Love püskürtüyorum” demenin  keyfiyle. Keyfinin kısa süreceğini de biliyordur. Çünkü adam her seferinde “an” gibi bir zaman dilimi süresinde lağvediyor ve o güne kadar, kadının ustalıkla kullandığı silahını bu kez tetiği çekerken ellerinin titremesine sebep oluyordur...
Pervası yoktur adamın. "Gereksiz nezaket sahtekarlıktır" sözünü kaftan gibi giymiştir üzerine. Kimseye bu kadar yakıştıramamıştır kadın bu giysiyi. Daha önce gördükleri emanet gibi taşımışlar ve çok çabuk çıkarmışlardır üzerlerinden... Ama bu adam, karşısında  kim olursa olsun çıkartmıyordur...
Kadının, giderek adama olan hayranlığı artmaya, hayranlığı arttıkça beraberinde  kendini ele vermenin hırçınlığı da artmaya başlamıştır. Çünkü kadının coğrafyasında, dağlar denize paralel değildir adamda olduğu gibi... Ve bunu o kadar iyi biliyordur ki adam, elini tutması gereken yerde elini, elinden tutması gereken yerde elinden tutarak, büyük bir hazla kırıyordur kadının kabuğunu...
Kadın, dayanamayıp “tam bir belasın sen" der adama. Bu sözle adamın geri çekileceğini düşünürken, “Allah belanı versin!” dediğini duyar adamın. O an, zaman durur ikisine de. Susarlar...
Çünkü bu, bir duadır!...
Sessizliği ilk bozan "yine" adam olur. "Saat kaç?" diye sorar. "Saat akşam" diye cevap verir kadın. “Birazdan ay doğar" der adam...
Oysa ay daha önce başka sevdalar tarafından tutulmuştur...
Tren sesi! Ve  bölüm sonu... Belki de son bölüm...

Düş Doktoru

Hani zamanda yolculuk yoktu? Bir söz ya da bir resim bir anda seni ışıktan bile daha hızlı atıyor geçmişe...  Tam ortasına hem de...

Düştüğü geçmişin tam ortasına, sunturlu bir küfür sallayası geliyor insanın "geçmişine" diye başlayan... Yok yok, bu gün tam tersine sövmek için değil övmek için söz aldım bir bakıştan. Bakış açımın bakış acıma dönüştüğü durumlarda, bakış aşısı vuran düş doktorum var benim. Dizelerimin kanadığını gördüğü an, elinde bulutlardan bir tutam pamuk ve anason kokan yağmurlarla yanımda bitiveriyor hemen...

Bazı an, isteyerek düşüyorum sırf koşup gelsin diye... Bazı an da o beni düşürüyor pansuman bahanesiyle yanımda olmak için...

Bu gün de öyle oldu... Bir sözle, binbir an geriye yolladı beni. Uzak sandığım geçmişin, aslında ne kadar yakınımda olduğunu fark ettim bu gün. Hatta gelecek bile bu kadar yakın değil geçmişten...

Telaşımı anladığı an hep böyle yapıyor zaten. Bir söz ya da bir hikayeyle zamandan koparıp anıya bağlıyor gözlerimi. Oysa ben "o gelecek" diye telaşlanıp düşüyorum âna. Beni zamandan atarken, sol tarafında  yasakladığı, kimselere anlatmadığı hikayesini anlatıyor bir yandan da, keyfini çıkara çıkara. Kızdığımda ise, "seni zamandan atıyorum, zamana  atmamı mı istersin!?" deyip "o son kadehi" koymadan gidiyor... "Düş"tüm diye üzülmüyorum artık. Çünkü düş doktorum var benim...

Ha, bu gün beni attığı zamandan söz etmeyi unuttum sahi! Tel dolabınızın ne renk olduğunu hatırlayanınız var mı? Benim maviydi....


Zamanda yolculuk yapmayı hayal ederken, zamanında yapılacak yolculukları kaçırma!...


















Share/Bookmark