Hazırım HAYATım

En (u)mutsuz olduğum anda bile ne kadar (u)mutlu olduğumu farkettim. Neydi beni böyle kılan? Kaygılanmak için onca sebebim varken, kayıtsız kalabiliyor ve gülümseyebiliyorum. Yirmili yaşları geride bırakalı yirmi sene oldu. Dil bile söylediğinde zorlanırken, ben nasıl oluyorda zorlanmıyorum.

Polyanna'da değilim, çünkü çok mutsuz ve şikayet ettiğim günlerde oluyor hayatta. Çocuk aklımla da hep kızmışımdır Polyanna'ya, her zaman mutlu yaşadığı için. Hayır kıskandığımdan değil, mutlu bir çocukluk geçirdim ben. İnandırıcı gelmediğinden belki. Belki de insan hep aynı hissetmemeli hayatı diye düşündüğümden olsa gerekti. Şimdi düşündüğüm gibi.

Rutinliği sevmediğimi ilk farkeden ve farketmeme sebep olan değerli insan Aptullah Şahin'di. Yirmili yaşlarımda ilk profesyonel tiyatro hayatına atıldığım tiyatronun (Nokta tiyatrosu) kurucusu ve oyuncusu Aptullah ŞAHİN.



Turne sırasında her akşam, çoğunu yiyemediğim hatta yiyemiyeceğimi de bildiğim halde farklı tercihler yapmam sonucunda bana dönüp; "tekrarlamayı sevmiyorsun bunu sofranda görüyorum" dedi. Bu sözle bana giden yola ilk adımı atmıştım.


Evet, ben tekrarlamayı sevmiyorum hiçbir şeyi. Aynı yerde uzun süre kalamıyorum, aynı koltukta yıllarca oturmadım mesela. Yeninin yerine eskisi bile gelse mutlu ediyor beni, farklılık getirdiği için.


Zaman zaman, kalbimin yerini değiştirmem mümkün olsaydı diye düşünüyorum. Acıdığında hep sol yanımız yerine, arada sırada sağ yanımız acısa nasıl olurdu.


Düşünün, fiziksel darbeyi hep aynı yere alıyorsunuz. Bir müddet sonra travmanın uyandırdığı refleks sonucu şok! Kalp nasıl dayanıyor dersiniz. Hiçbir şey sürekli yaşanmadığından olabilir mi? Evet acılarla besleniyor, beslendikçe büyüyor, büyüdükçe öğreniyor, öğrendikçe de güçleniyor.


Şu anlar kendimden çok sıkıldığım anlar mesela. Belli ki değiştirmem gereken bir şeyler var. Düşüncelerimden başlayabilirim buna. LOWELL’in sözünü hatırladım; "düşüncelerini değiştirmeyen aptallarla ölülerdir" demiş. Yaşadığımın farkındayım.
En (u)mutsuz olduğum anda bile neden bu kadar (u)mutlu olduğumu anladım. Kendimi hiçbir şeyle takas etmiyorum çünkü.

Her şeyi değiştirebilirim ama duygularımı asla! Çünkü sezgisel anlayışta hisler ve duygular büyük rol oynar. Farkında olursak hayatla oynarız, farkında olmazsak hayatımızla oynarız.

Ben hazırım hayat'ım...

Suç (mu) İşledim



Savruldu gençliğim bir salıncakta
Bir hasrete bir de kedere uçtu
Gönlüm asılı kaldı o sancakta
Ayrılması yasak kavuşmak suçtu.

Razı oldum şiddetine cezanın
Verdiğini aldım her gün ezanın
Çıkmak yoktu dışına bu hizanın
İsyan etmek yasak, sabretmek suçtu.

Çektim gönlümdeki kılıcı kından
Görmeliydi herkes aşkı yakından
Gül sızarken gecenin şakağından
Ağlaması yasak, tebessüm suçtu.

Bu aşkı gönlüme yaradan koydu
Öyle derin kazdı öyle çok oydu
Bir esmer bakıştı bir uzun boydu
Unutması yasak, yad etmek suçtu.

Bütün bu suçları işledim bir bir
İtiraf etmenin tam da yeridir
Bu şiir sevdamın alın teridir
Silinmesi yasak, dökmesi suçtu.
Öyle bir döktüm ki gövde götürdü
Benim diyen pehlivanı yatırdı
Beni büken bilek değil hatırdı
Kırılması yasak, eğilmek suçtu.

Aşk cihat olmuştu yüreğim ordu
Bana ilk pusuyu düşlerle kurdu
Alt ederdi ama bu yaşlı kurdu
Mağlubiyet yasak, kazanmak suçtu.

Sallanmıyor artık salıncak durdu
O kuduran deniz artık duruldu
Seneler yaşlandı zaman yoruldu
Geri dönmek yasak, pişmanlık suçtu.

O sevgili için hep onun için
İçine düşmüştüm heplikten hiçin
Madem ki cehennem burdaydı niçin
Duman olmak yasak, kül olmak suçtu.

Ne tamama erdi ne de son buldu
Ne bir gün yeşerdi ne bir gün soldu
O ümide giden kestirme yoldu
Gidilmesi yasak, dönmesi suçtu.

Şah ve Mat


Bir oyun gibi gör hayatı, yeteneğin ne ise ona göre oyna.

Satranç diyorsan, bu oyunda hile yapamazsın. Hamlelerine dikkat et!

Atlarını, kalelerine saldıranlara sür. Fillerinle geri çevir.

Bir piyon için veziri verirsen, mat olmayı kabullen ve şahı ellerinle sen devir...

Geçer'li Şarkılar

İnsan hayatı; yıllarca binmeyi beklediğimiz o trenin düşlerini kurup, geldiğinde ise "nasıl oldu da kaçırdık" diye hayıflandığımız garip bir istasyon gibi. Gelenleri karşılamak, gidenleri uğurlamakla geçen gözyaşı silsilesi.

Biz bu yolculuğun neresindeyiz? Karşılananların ve uğurlananların arasında bizde yok muyuz? Kimi kime şikayet edeceğiz? Karşıladıklarımız uğurladıklarımızdan daha mı az?

Sevdiğimiz yanımızda değilse, yanımızdakini sevmeyi kabullenişimiz bu yüzden mi? Bu yüzden mi her gelen ve giden de kendimizi arayışımız?

Ben yanımdakini sevemedim hiç bir zaman. Sevdiğim, "sevdim" dediğim uzaklardayken, kendimle kalamadım. Terk ettiğinde kendimde kaldım. Giderken de üzerine basa basa gittim yüreğimin, acıta acıta hem de. Bakışlar taşıdığım gözlerimle, kalpler çizerek buğulu camlara, öyle gittim gittiğimde...

Kimine mektuplar bıraktım adressiz. Okunup okunup yakıldığım... Kimine sonu baştan yazılmış yarım öyküler... Kumdan kaleler bıraktım, sahipsiz kimsesiz. Kurulur kurulmaz yıkıldığım... Zamanlı zamansız "geçer geçer daha öncekiler gibi, bu da geçer"li şarkılar da, yarınlara bırakıldığım.

Yolcu eden de biziz bu istasyonda yolcu edilen de. Uğurlayan da biziz ağırlayan da. Ne kadar ağrımıza gitsede çoğu zaman gelenler, gidenler ve gittiklerimiz. Fazla olsa da kazandıklarımızdan yitirdiklerimiz. Küçücük bir kalpten koskocaman yüreğe dönmek kolay mı? Kolay mı düşlerden geri çevirdiklerimiz?

Benden öteye geç(e)medi attığım hiç bir adım. Değişmedi göz yaşımın düştüğü şarkı. Yaşadıkça, yaş(l)andıkça anlıyorsun arada ki, kendinde ki ve anlamda ki farkı...

Dinle! "Sevda kuşun kanadında ürkütürsen tutamazsın" Hangi kuşların kanadı altına sığındı o sevdalar şimdi? O kuşlar yeniden uçarlar mı üzerimizde, kim bilir ?

Bir tren sesi duyuyorum uzaktan...

Bu Şarkı Doğruymuş

Aylar geçiyor, yıllar geçiyor. Günler geçmiyor sadece. Zaman durdu sanki yokluğunda. Akrep sesini, yelkovansa nefesini dinliyor gün boyu. Yüreğimi sığdıramıyorum hiç bir teselliye. Bütün şiirler mi ağlamaklı olur, bütün şarkılar mı aynı acıyı tazeler hep.

Kelimeler dilimin ucunda saklanmaktan yoruldular artık. Bende yoruldum içimde birikmenden, çoğalmandan.

Naftalin kokan ne kadar acı, sızı, hüzün, ayrılık varsa çıkardım ortaya. Belki seni azaltır düşüncesiyle. Nasıl bilebilirdim ki senin teninin kokusunun daha baskın gelip hepsine sineceğini ve daha da içimden çıkılmaz hale gelebileceğini.

Seni sensiz yaşamak, okyanusun ortasında bir yudum su içememek gibi bir şey. Daha bir çok tarif yapabilirim ama dayanamazsın duyacaklarına, katlanamazsın. Oysa ben yaşıyorum bunları.

Çivi çiviyi sökmüyor. Leman SAM’ın şarkısında ki gibi. Diyor ya hani;
Dün gece hiç tanımadığım bir erkeğe
Sırf sana benziyor diye
Usulca sokulup "merhaba" dedim
Tanıdık bir huzur aradım şaşkın bakışlarında dün
Bildik bir söz bekledim eskiden kalma öylesine
Konuştu bir şeyler söyledi
Beklediğim sözler bunlar değil
Yüzüme baktı gözlerime
Ama senin gibi değil
Anladım ki hiç kimse hiç kimse sen değil...

Anladım ki
,
bu şarkı doğruymuş...

Aylar geçiyor, yıllar geçiyor. Günler geçmiyor sadece. Kimbilir belki bir gün geçecek ve bir gün gelecek(sin)...

Var(mısın)ım

Baharın sonuna yaklaştığım şu günlerde, filizlenen bu duygu da neyin nesi şimdi. Gönlümdeki sevdaların üstüne toprak atalı çok olmuştu oysa.

Bütün hayallerimi ellerimle suya bırakan ben değil miydim? Ben değil miydim düştüğüm düşten kendimi omuzlayarak kaldıran?

Hazırdım köşe başında öpüşmeye. Terk etmeyi, terk edilmeyi umursamadan. Bana "var mısın?" diyen tüm bahislere var-dım. Kumardan kazandığımı kumara yatırabilirdim. Hayatta bir kumardı ve hayattan kazandığımı hayata geri verecektim. Ne kaybedecektim ki.

O zaman gençlik vardı serde, ser-hoştum o zamanlar.

Şimdi aynı ıslığı çalabilir mi dudaklarım? Saçlarımı savura savura yürüyebilir miyim şubatın düğme ilikletmeyen rüzgarına karşı? Üşümeden... Bir çay bahçesinde içilen o heyecanı yeniden yudumlayabilir miyim yutkunmadan?

Yüreğim yarım kalmış aşkların şarkılarını söyledi bunca sene.

Denizin mavisini, gülün kırmızısını yeniden farketmek... Yapabilir miyim tüm bunları yeniden?

Rüzgara karşı elele yürümenin ardından içilen sımsıcak bir çaydan, sırılsıklam bir halde sığındığın ilk saçak altındaki yağmur damlalarının birleştiği o ana kadar. "Var mısın yeniden tüm bunları yaşamaya?" diyorsun.

Ben varım ey aşk...

Gittim

Gittim işte...

Bak, hiç bir yerde yokum artık. Ne ayak sesinde ne de kapıyı çalma ihtimalinde. Bütün parmak izlerimi sildim kahve içtiğimiz fincanlardan.

Odalarda söylediğim şarkıların sesini kıstım. Zaten duymazdın, dinlemezdin de hiç. Hani olur ya tam da ayaklarını uzatmış tv'nin seni kumanda etmesinin keyfini yaşayacakken "yarınlarrr bizim içinnn geç artıkkk" diye gelen sesimi duyacağın tutar.

Dağınıklığı sevmezsin bilirim, dikkatsizsindir de. Bu yüzden topladım her köşedeki kalbimin kırıklarını, mutfaktaki çöp kutusuna boşalttım. Akşam sen verirsin kapıcıya çöp almaya geldiğinde.

Hiçbir şey almadım çıkarken, kendimden başka. Bendeki ne kadar sen varsa hepsini bıraktım. Ararsan, hatalarını biriktirdiğim çekmeceye koydum.

Öyle bulamayacağın yere koydun ki beni, bu yüzden arama boşuna. Oysa ben seni elimle koyduğum yeri öyle iyi biliyorum ki, aramayışım bu yüzden...

Şimdi

Sonsuz bir şimdinin içinde yaşayacaksın hayatı. Dün yok, yarın yok... Geçmişsiz, geleceksiz... Koskoca bir "şimdi". Ne olacaksa şimdi olmalı, ne yaşanacaksa şimdi... Ağlatacaksa şimdi ağlatmalı, güldürecekse şimdi. Gelecekse şimdi gelmeli sana, sen gideceksen de şimdi gitmelisin.

Ertelemek yok dilinin ucuna gelen kelimeleri. Ya şimdi söyleyeceksin ya da hiç. Beklemek yok, bekletmek yok... Zaman(l)a bırakmak yok. Çünkü zaman yok! İnkar edeceksen de bir çırpıda edeceksin bütün inandıklarını. Eğer inanmanın ötesinde biliyorsan inandığına, o zaman tapacaksın. Ama hemen şimdi yapacaksın.

Açacaksan kalbinin kapılarını sonuna kadar açacaksın. Ya alnından vuracaksın sevdayı ya da bir korkak gibi kaçacaksın...

Gemiler

Deniz hayattır, yaşamaktır onlar için. Kimi zaman uzaktan kimi zaman yakından selamlayarak birbirlerini, aynı hayat üzerinde seyr ederler. Seyrederler birbirlerini. Yan yana giderler kimi zaman da, hiç konuşmadan konuşamadan sessizce. Tıpkı insanlar gibi. Maviye dalarlar, kara görünsün istemezler bu yolculukta. İstedikleri varmak değildir çünkü yolculuktur. Fırtınaya yakalanmak isterler. Alabora olma ihtimaline rağmen, batacak olma ihtimaline rağmen, her şeye RAĞMEN isterler.

Hep mavi olmamalı yolculuklar. Kırmızısı da olmalı hayatın sarısı da yeşili de... Hatta simsiyah olmalı bazen. Öyle olmalı ki; güneş doğmaya başladığında kendiside doğuyor sanmalı insan.

Bir dalga vurmalı nerden geldiğini anlayamadan. Bir daha vurmalı, yan yatırmalı seni hayatın tam ortasına. Rotanı şaşırmalı, yoldan çıkmalısın. Hiç bir dümenin kalmamalı seni su yüzüne çıkaracak. S.O.S lerini duymamalı başka gemiler. Bütün hayallerin, hasretlerin, ümitlerin, acıların, sevinçlerin, sevdiklerin, yanlışların, doğruların, hepsi üst üste yığılmalı. En altta kalmalısın.

Bütün can simitlerini vermelisin, yüreğinde tutunduğun hariç. Öncekilerden daha büyük ve daha muhteşem bir dalga daha olmalı inandığın mutlaka. Ve doğrulmalısın. Öyle olmalı ki; kendini deniz sanmalısın.

Iskalamayın

Kaçıncı mevsime giriyoruz, birbirimizden haber(dar)siz. Sene kaçtı hatırlıyor musun? "Kaçan senelerin yanında, senenin kaç olduğunun ne önemi var ki?" dediğini duyar gibiyim. Biz mi ağırdan alıyoruz yoksa zaman mı çok hızlı geçiyor.




Bugün bir yaprak daha koparıyoruz takvimden. Buruk bir tebessüm yerleştirerek dudaklarımızın kenarına, "ne çabuk geçti bu yıl da" diyoruz. Sonra yüreğimizde saklı tuttuğumuz, paslanmış belkilerle dolu ümit kutusuna bir belki daha yerleştiriyoruz pırıl pırıl. Onunda diğerleri gibi paslanacağını bile bile.

Hangi bahaneyi süreceğiz ertelediğimiz gülümsemeye? Hangi mazeretle yeniden aç diyebiliriz solmuş bir güle? Hangi sözcükle telafi edebileceğiz geç kalmanın pişmanlığını?

Bedenimizde emanet gibi duran, sanki ödünç alınmışta verilecek bir elbise gibi eğreti bir mutlulukla hayat diyoruz sonra. "Hayat" deyip geçiyoruz.

Hayat yanımızdan geçip gidiyor oysa.

Birbirimizin yanından geçip gidiyoruz!

Bir yaprak daha kopardım takvimden bu akşam. Bu yıl da ne çabuk geçti.

Kim bilir bir gün belki? Hayat işte...

Hayatta kalmanın (en kestirme) yolu, yüreğindeki yoldur! Hayatı ıskalayanlar bu yolu bilmez... Sen bilirsin.

Kendimi Göze Aldım

Birini görüyorum, daha önce hiç gör(e)mediğim birini. Bir ayağını hayata uzatmış, bir ayağını zamana.

Uzaktan bakıyorum; öylesine devasa öylesine heybetli duruyor. İnsanlar, saatler akıp gidiyor bacaklarının arasından. Kılı kıpırdamıyor taş kesilmiş sanki.

Yaklaşamıyorum, korkuyorum çünkü akıp gitmekten diğerleri gibi.

Sesleniyorum olanca gücüm ve nefesimle ağaçlar eğiliyor, dağlar kımıldıyor yerinden ama o sakin bir gün ortası gibi beklemeye devam ediyor.

Neyi bekliyor ya da kimi? Ben olabilir miyim beklediği? Hayır, ben değilim. Duyardı ben olsaydım, kımıldardı en azından. Biraz daha mı yaklaşsam? Haşmeti ürkütüyor.

Bir karar vermeliyim. Eğer hayat bir seçim yapmaksa katlanılması güç sonuçlara rağmen, seçmeliyim ben de. Niye hayattayım o zaman?

Ben ona gitmek istiyorum ve gideceğim. Kim durdurabilir beni! Nedir göze almam gereken yol mu, o mu, kendim mi?

Yürümeye başlıyorum, yaklaşıyorum gitgide. Eliyle dur işareti yapıyor bana! Neden durmalıyım? Niye diye bağırıyorum? Eliyle sus işareti yapıyor bu kez. Kendimin bile zor duyabildiği bir sesle “niye susmalıyım” diye soruyorum. Duyuyor beni, "sus" diyor sus ve devam ediyor. "Ben tek ayak üstünde duruyorum hayatın üzerinde, görüyorsun. Akıp gidersin sen de, bunlar gibi kaybederim seni. Bu yüzden yaklaşma bana daha fazla."

“Ben göze alabildiysem sen de alabilirsin” diyorum. Kendimi küçümsediğim (bu söz) de, onun daha da devleştiğini farkediyorum birden!

Sen, bir tebessüm için gözden çıkarırsın son damlasına kadar göz yaşını.
Ben, kendimi gözden çıkarırım dayanacak bir omuz bulsam başımı.

Kendimi gözden çıkardığım anları hatırlıyorum.

Ayaklarıma bakıyorum o an nerde durduklarına? Karşısında olduğumu, hayatın tam da üstünde durduğumu farkediyorum. Neden akıp gitmediğimi de...

Artık cezalı bir talebe gibi hayatı tek ayak üstünde geçirmene gerek yok. Eğilip zamanı elime alıyorum ve ellerine tutuşturuyorum. İşte, zaman ellerinde. Diğerleri gibi neden akıp gitmediğimi anlaman için bu zamana ihtiyacın var. Ben biliyorum!...

Yaklaş hadi korkma...

Güneş, kendini göze al abilenin üstünden doğar...



Şerefine

Sen var ya sen; çıkılmaz sokaklara girip yolumu kaybettiğim sevdanın bilinmeyen adresi. Yaş üstünde yaş bırakmadığın düşlerimin karanlık yolcusu.

Kalbinde geçmeyen günlerin çetelesini tuttun mu sen hiç? Bilir misin yalnızlık nasıl kanatır gözbebeğini? Düşe kalka volta attığın saatlerin sessizliğini bilir misin? Bilir misin gözlerin can çekişirken kahkaha atmanın işkencesini?

Mutluluğun resmini arıyorsun her yerde. Belki bulurdun, belki bulurdum; maviyi kana bulamasaydın eğer, yüreğime dokunmasaydı lain fırçan.

Bendeki son şerefine kaldırıyorum bu gece kadehimi. Bin gecede kazanılanın bir gecede kaybedilmesinin şerefine.

Bütün şarkıları bütün şiirleri sende, seninle bırakıyorum. Yazılmamış mektuplar alacaksın benden gece yarıları. Duyulmamış pişmanlıklar çalacak plaklarında. Nereye gidersen git gecikmiş hayatlar sokağına çıkacak yolun. Taş üstünde taş bırakmayacaksın anılarında.

En uzak denizlere demir alıyorum bu gece sensizlik limanından. Güneşi yıldızları görebildiğin kadar yakın, seslendiğinde ise duyamayacağım kadar kıyıdan uzak...

Baka kalırım giden geminin ardından
Atamam kendimi denize dünya güzel
Serde erkeklik var ağlayamam
Orhan Veli KANIK


İşte bu kez ağlayacaksın giden geminin ardından.

Yaşadıkça fark edeceksin; başlayan her şeyin bittiğini.

Anlayacaksın;

ayıpsız, aşikare, yağmur misali
Nazım HİKMET


gibi ağlamanın yiğitliğini...

Pes Etmek Yok

Kendimi dinliyorum gözlerim kapalı. Meğer neler söylüyormuş içimdeki ''ben''. Hiç kulak vermemişim şimdiye kadar. Çok mu gürültülüydü sessizliğim? Nasıl, nasıl duyamamışım seni?



Belki bir daha hiç konuşmayacağım. O dış sesi de duyamayacaksın belki bundan böyle. Bu yüzden de can kulağı ile dinle! Konuşsam bile, yine dinlemeyeceksin muhtemelen öncekiler gibi. Burnunun dikine gideceksin, sana söylenenlere aldırmadan.


Haksızlığa uğradığında için(e) için(e) ağladığın günleri hatırlıyor musun? Israrla seni ağlatanların yanında kalmak istemeni? Seni sırtından vurdukları halde gözünü kırpmadan yine onlara sırtını döndüğün, kucak açtığın günleri?


Sen çok mu masumdun peki? Seni kıranların, incitenlerin hırsını, seni en çok sevenlerden alırken! Sevdiğin halde "sevmiyorum" diye yalan söylerken? Ama sevmediğin birine de hiçbir zaman seni seviyorum demedin. Bu da vicdanında önemli bir hafifletici sebep oldu her zaman. Çünkü sevdiğin birine "sevmiyorum" demek, sevmediğin birine "seviyorum" demekten çok daha dürüstçeydi senin için. Ve sen en çok bu yalana karşıydın.


Sende en çok sevdiğim şey; başkalarını affedip kendini affetmemen, suçu başkasında değil kendinde araman oldu hep. Başkasında aradığın da oldu ama dönüp dolaşıp yine kendine kestin faturayı.


Bir dış sesin vardı, benim sesi mi bastıran. O ne derse "tamam" diyordun, o ne söylerse kayıtsız şartsız doğruydu ama nasıl acıtıyordu seni, nasıl kan doğruyordu yüreğine. İyi mi yapıyordu dersen, evet iyi yapıyordu. O acıttıkça sular serpiliyordu bana. Nasıl tokat gibi yüzüne vuruyordu hayatı. O vurdukça sarsılıyor, sarsıldıkça da düşlerindeki düğümler çözülüyordu. Bana hacet kalmıyordu. Belki de bu yüzden susuyordum ben. Ama bir gün bana geleceğini, kendini ellerime bırakacağını biliyordum.


Yaşarken seni acıtmayanlar, söylendiğinde zoruna gidiyordu. Sen ona yüksek sesle kızdığında ne demişti sana ha? Hayatın getirdiklerine diyeceğin bir şey yok. Biz tespitlerimizi yaparken, alınganlık yap.


Söyleyebildin mi alındığını? Başka ne demişti; "düştüğün yer ise deniz değil betondu" dedi. Bunu duyuncaya kadar farkında mıydın düştüğün yerin? Değildin, değil mi? İşte bu sözle çakıldın betona asıl. O acıyı şimdi hissettin. Nasıl vurdu seni yere gördün mü? Şimdi de ayağa kalkmanı söylüyor. Ayağa kalkabilecek gücün var mı şimdi, kimsenin yardımı olmadan?


Kolları, elleri ve ayakları olmayan adam bir takım komiklikler yapıp, yere düştükten sonra şunları söylüyor;
"Her insan hayatta zaman zaman bu derece umutsuz olduğu zannedilen durumlara düşebilir. Hatta tekrar ayağa kalkabilmek için her türlü imkan ve enstrümandan yoksun da kalabilir..."
"Şimdi sizlere soruyorum" diyor: "Ben 100 kere tekrar ayağa kalkmayı denesem ve 100'ünde de başarısızlığa uğrasam, tekrar ayağa kalkabilme konusunda tüm umutlarımı yitirmeye hakkım veya şansım var mı? Yani artık sizce 101. seferi hiç denemeyi dahi düşünmemeli miyim?

Maalesef benim öyle bir şansım yok. Yaşamımı devam ettirebilmek için tekrar ayağa dikilmek zorundayım. Ne yapıp edip kendime ayağa kalkmak için bir destek noktası hayal etmek, bunu YARATMAK zorundayım... İşte şimdi yapacağım gibi..."
Nick VUJİCİC

Bunu sana niye söyledi sanıyorsun o dış ses? Haline şükret diye mi yoksa içinde yeterince inanç ve hayal gücü varsa ayağa kalkabileceğini anlatabilmek için mi?

Niye feveran ettin o zaman şükretmek istemiyorum diye? Söyleyeyim; o anda ellerin, kolların, ayakların yoktu. O adamdan daha beter durumdaydın. Tuz buz olmuştun çünkü. Bu yüzden feveran etmiştin. O dış ses bunun farkında değildi. Seni nasıl tuz buz ettiğinin farkında değildi!

Güleceksin de, bu hayatta ağlayacaksın da. Hiç beklemediğin bir anda ummadıkların tarafından yağmalanacaksın ama pes etmek yok! Değil yüzbir kere, yüzbin kere düşsen de ayağa kalkacaksın.

Nerde yaşamak istediğine karar ver, geçmişte mi gelecekte mi ?
Hadi öyleyse...

"İnsanlar hatalarını mutluyken değil en çok mutsuzken anlar"
Daniel DEFOE

Ne mutlu anlayana...


Share/Bookmark